Altınoluk Dergisi, 2020– Temmuz, Sayı: 413
Zâtına mahsûs bir muhabbetle, bütün mahlûkatı yaradan Yüce Rabbimiz, sayısız âlemler içinde en büyük şerefi insanoğluna lutfederken, en büyük sorumluluğu da yine ona yüklemiştir. Bu sorumluluk içinde insan, önce niçin yaratıldığını bilecek, bunun gereklerini yerine getirecek ve ilk yaradılışındaki muhabbet tecellilerine mazhar olarak Yaradan’ın mahbûbu olacaktır. Allah ile mü’minler arasındaki ilişki “yuhibbihum ve yuhibbûneh: Allah o mü’minlere muhabbet eder. Onlar da Rablerine muhabbet ederler.” (Maide, 54) olarak ifâde edilmektedir. Lutfedilen ilâhî muhabbetin karşılığında kula gereken mukabil bir muhabbet olarak ifade edilen bu hal; şüphesiz kendisini o tecelliye götürecek usûl ve erkânı bilmesine ve o çerçevede ciddî gayretler ortaya koyabilmesine bağlıdır.
Yüce Rabbimiz insanı o muhabbete taşıyacak yolun, Habibullah Efendimiz’e uymakla mümkün olacağını beyan ediyor. “De ki, eğer Allah’a bir muhabbetiniz varsa (Allah’ı seviyorsanız) gelin bana uyun ki, Allah da sizi sevsin, (sonra da) günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmrân, 31).
Cenâb-ı Hak Efendimiz’e uymanın kulu Cenab-ı Hakk’ın zâtî muhabbetine taşıyacağını böyle beyan etmiş, Zât-ı Kibriyasının sevdiği, insan fıtratının da seveceği bütün güzellikleri, o habibine bahşetmiş, O’nu bütün insanlık için emsalsiz bir güzellikler örneği olarak insanlığa takdim etmiştir.
İnsan; hayatın hangi alanında, hangi konumda bulunursa bulunsun Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e bakmaya gayret etmeli, O’ndan duyduğu, O’ndan okuduğu her güzelliği gönlünde en ufak bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle hayat hâline getirmeye çalışmalıdır.
Sahabe-i kiram efendilerimizi insanlık tarihindeki müstesna mevkilerine taşıyan, inançlarında, ibâdetlerinde, beşeri ilişkilerinde ve diğer varlıklarla olan ilişkilerinde hep Allah Rasûlü’ne bakarak, O’na benzemeye çalışarak yaşama gayretleri idi. Onlara herhangi bir hususta niçin öyle davrandıkları sorulduğunda tek cevapları: “Biz Rasûlullah Efendimiz’den böyle gördük” oluyordu. Allah onlardan razı olsun, Sahabi Efendilerimiz her biri gökyüzünün yıldızları misali bütün nebevî güzellikleri hem sonraki nesillere en güzel bir üslûpla naklettiler hem de o güzelliklerin nasıl yaşanacağını bizzat göstermiş oldular.
Ümmüdderdâ şöyle anlatır:
“(Zevcim) Ebudderda radıyallahu anh bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Bir gün ona:
-İnsanların sana ahmak demelerinden korkuyorum, dedim. O:
-Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Diye cevap verdi.
*
Bütün peygamberlerin ana görevi şüphesiz, ilâhî ölçüleri insanlara ulaştırmaktır. İnsana ulaşmakta en müessir husus ise zaman ve zemini göz önünde bulundurmanın yanında takip edilen üslûb, nezâket, zarafet ve letafettir. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in hayatı ise bütün o güzelliklerin sayısız örnekleri ile doludur.
Rasûlullah Efendimiz, yüksek sesle konuşmaz, insanların yanından yavaşça ve tebessümle geçerdi. Hoşlanmadıkları kaba bir söz işittiğinde yüzlerine karşı bir şey söylemezdi. Yüz ifâdeleri hâlini yansıttığı için bu hâlini bilen etrafındaki sahâbiler konuşmalarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olurlardı.
*
Efendimiz bir topluluktaki suçlu şahsı bile rencide olmasın, incinmesin diye onu belirsiz hâle getirir ve o kusurdan bütün topluluğu sakındırırdı. Bazen muhataplarının hatasını onlara yakıştıramadığını hissettirmek için:
– Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum (Buhari, Menâkıb) buyurarak, (zarif bir üslubla ikaz ederken) sanki farklı görmeyi kendilerine izâfe ederlerdi.
*
Bazen çölden gelen bir bedevi, henüz İslâmî nezaketini öğrenmemiş olduğu için Efendimiz’e:
-Ey Muhammed, ey Muhammed diye defalarca bağırmasına rağmen, O sallallâhu aleyhi ve sellem yumuşak bir üslûbla: “Buyur, istediğin nedir” diye mukabele eder, kabalığa yine nezâketle davranırdı.
*
Bir gün yere tüküren bir adam gördüler, mübarek simaları birdenbire kızararak oldukları yerde kalakaldılar. Fakat sahabiler koşup, o tükrüğü kumla örtünce Efendimiz de yollarına devam ettiler.
Bir başka sefer yine üstü başı dağınık olarak huzuruna gelen bir adama:
-Malın var mı? Hâlin vaktin nasıl? diye sordular. Adamın durumunun iyi olduğunu bildirmesi üzerine de:
– O halde, Allah sana mal verince eseri üzerinde görülsün buyurarak îkaz ettiler.
Nezâket, zarafet bir mü’minin sadece lisanında kalmamalı, beden dili olarak ifâde edilen tavırları bu hâli ifâde etmelidir. Zira Sevgilileri Sevgilisi Efendimiz kimsenin yüzüne dikkatli bakmazdı. Bu hâli kendilerine intikal eden tabiîn neslinden Mücâhid (r.a.): “Kişinin din kardeşinin yüzüne keskin nazarla bakması, dönüp giderken bakışları ile arkasından takip etmesi ve “Nereden geliyorsun?” “Nereye gidiyorsun?” diye (tecessüsvâri) sorular sorması hoş olmayan davranışlardır.” der.
Rabbimiz’in “el-Latif” ismi, işlerin inceliklerini ve esrârını bilen, bunları en uygun kimseye ulaştırmakta sertlik yolunu değil yumuşaklık yolunu tutan demektir. Rabbin bu isminden nasip alanlarsa, Allah’ın kullarına yumuşak davranır, onları yumuşak bir üslûbta Hakk’a davet eder, onları kabalık ve sertlikle değil rıfk ve mülâyemetle âhiret saadetlerine ulaştırırken, taassup ve düşmanlığa da asla meyletmezler. (Rûhul’l-beyan, 5/444)
Kabalığın, dağınıklığın, huşûnetin çok da revaç bulduğu dünyamızda insanlık, Müslümanın yufka yüreğine; elinden, dilinden ve bakışlarından kimsenin zarar görmediği şahsiyetlere, daha öz ifâde ile kâinâtı aydınlatacak “Nûr-i Nebiyi” yeniden tanımaya, okumaya ve yaşamaya muhtaçtır.
“Ebediyyen sevecek can
O’nu canan olarak
Şart-ı peyman olarak
hüccet-i îman olarak
Tanıram ben yalınız
Hazret-i Fahru’r-rüsûlü
Gönül iklimine
şehinşeh-i zîşan olarak1”
Dipnot: 1) Kemal Edib Kürkçüoğlu