Altınoluk Dergisi, 2006– Temmuz, Sayı: 245
– Tanışma …. Buluşma…
Musa Efendiyle ve Sami Efendiyle tanışmam aynı günlere tevafuk ediyor. Hatta Sami Efendiyle Musa Efendi vasıtasıyla tanıştığımı söyleyebilirim. Gerçi ilk tanışma arzum Sami Efendiyleydi ama, o tanışma sürecinin içerisinde önce Musa Efendiyle tanışmam nasib oldu. 1970 yıllında. Bir arkadaşımız vasıtasıyla gıyabi olarak kendisini tanıyordum. Ama görüşmek kısmet olmamıştı. Bizim gibi 15-20 tane 20-22 yaşlarında bir genç grubu evlerinde kabul ettiler. İşin doğrusu ilk gördüğümde çok meftun oldum. Çünkü onda insanın içine gülen, mahviyet ve tevazu sahibi bir insanın kucaklayışı vardı.
Bizlere o gün Sami Efendi Hazretlerinin Hz. Ebu Bekir Sıddık (ra)’ın hayatıyla ilgili kitabından bazı bölümler okudular. Kendileri pek konuşmadılar. Fakat kitabı daha evvel okuduğum halde o okuyuş beni çok teshir etti. Sanki o okurken her kelime özel olarak kalbimizin üzerine yazılıyor ve bizi Ebubekir Efendimizle buluşturuyor gibi bir hissiyatım oldu. Daha sonra baktım, aramızda neredeyse 30 yaş kadar fark var. Maddi imkanları çok yerinde olan bir insan. Bizzat kendisi bize çay servisini yaptı. Her halde o an da evde daha genç birisi yoktu. Tabii bunların hepsi bir Müslüman güzelliğini ortaya koyuyor. Şefkati, sevgiyi, gençliğe değer vermeyi, insana değer vermeyi… İnsan, islamî metinlerdeki rivayetlerle gelen güzellikleri bir insan üzerinde görünce ister istemez büyük bir tesir altında kalıyor. Kitaplarda yazılı güzelliklerin hayata nasıl geçirilebileceğini, nasıl geçtiğini, nasıl müşahhas bir hale geldiğini de daha yakinen görmüş oluyor. Biz Altınoluk’a bir kapak yapmıştık. Bir çocuğun onun elini öperkenki resmi vardı. O resmin altına şöyle bir yorum koyduk: “Gözlerinden sevgi akardı”. Yani onu ilk gören bir insan sevildiğini fark ederdi. Hangi statüde olursa olsun, “Bu bana bakan göz beni seviyor, bana değer veriyor, benim iç dünyama nüfuz ediyor” hissini muhakkak uyandırırdı.
Simalarında fevkalade bir melahat, bir güzellik, bir zerafet vardı. Özellikle küçük yaşlarda İstanbul’daki büyük hoca efendilerle beraber bulunmanın, İstanbul terbiyesi almış olmanın, Osmanlı’nın son dönemindeki faziletli insanlarla beraber olmanın getirdiği bir güzellikti bu.
Zaman zaman Anadolu ve yurtdışı seyahatlerimiz olur, oralarda hiç kendisini tanımayan insanlar o güzelliği fark ederlerdi. Dilini bilmediği insanlar bile o gözlerdeki sevgiyi, sıcaklığı hissederlerdi.
Yurtdışına çıktığımız yerlerde uçakta bakarsınız iki tane hostes yavaşça gelirler, “bu insan kimdir?” diye bizlere sorarlardı. Musa Efendi ile mülaki olan insanların ilk edindiği intiba ondaki sevgi ve samimiyetti.
Fevkalade ince ruhlu bir insandı. Gerek davranışlarında, gerek sözlerinde. En küçük çocuğa bile hitap ederken ona bir sıfat ekler, bir hanıma hitap ederken“Hanım” der, “Bey” der. Yani hiçbir hareketinde bir hafiflik, edep dışı, saygı dışı bir hal görülmezdi. Ayrıca ruhunda bir sanat istidatı vardı. Genç yaşlarında ki o dönem, İslam harflerinin biraz ihmal edildiği, Kuran harflerinin revaçta olmadığı, Hattat Hamit beylerin, Kemal Batanay‘ların büyük hattatların garip yaşadığı bir dönemdi. Bu dönemde Musa Efendi hatla ilgileniyordu. Öyle ki icazet alacak derecede hatla meşgul olmuşlar. Hatta kendilerinin de güzel hatları var bazı evlerde.
Daha sonra Sami Efendi ile tanışınca hemen hemen bütün dünyasını, bütün varlığını Sami Efendi’ye teksif ediyor. Ondan istifade etme imkanlarının dışındaki şeyleri tamamen daha alt dereceye indiriyor. Dolayısıyla elindeki büyük koleksiyonları da hem artık kendisi hatla meşgul olmadığı için, hem de sevdiklerine birer armağan olarak çok sevdiği insanlara hediye ediyorlar. Ki onu sevenlerin bir çoğunun evinde Musa Efendinin hatırası olarak o zamanın meşhur hattatlarının eseri vardır. Bugün onların değerleri maddi bakımdan da çok yüksektir.
Hayır-Hasenat Bütçesi
Musa Efendi hayır hasenat sahibi bir insandı. Tek başına bir müesseseydi adeta.. Nerede bir ihtiyaç varsa, o ihtiyacı bizzat kendi elleriyle, kendi direktifleriyle görmek isteyen bir insandı. Mesela Anadolu’nun bir yerinden geçerken yarım kalmış bir cami veya bakımsız haldeki bir Allah dostu türbesi görse; “Bununla biz meşgul olalım” derlerdi. Bütün bunları da kendi kazancı içerisindeki bir bütçe ile yapardı.
Bir “eytam” (yetimler) hesabı vardı. Mesela şu kadar kaynağı sırf birkaç yetim çocukla yakinen ilgilenmek üzere görevlendirdiği arkadaşlara teslim ederdi. O arkadaşlarımıza da; “İşimiz bunlara sadece burs vermek değil, kendi çocuğunuzla nasıl ilgileniyorsanız bu 3-4 yetim yavruyla da aynı şekilde ilgileneceksiniz.” derdi.
Diğer taraftan “tebliğ fonu” diyebileceğimiz kitap fonu vardı meselâ. Özellikle merhum Mahmud Sami Efendi’nin kitaplarıyla biraz daha fazla ilgisi vardı. Ama herhangi bir yayınevinin gençliğe, ümmete faydalı olacak bir kitabını gördüyse onlardan üçer beşer, onar yirmişer alır, evlenecek gençlere, ailelere hediye ederdi. Üniversite bitirmiş olan gençlere Osmanlı tarihi ile ilgili kitapları, tarihi kahramanların menkıbelerinin anlatıldığı kitapları alır, gittiği yerlerde onları hediye ederdi. Arabasında bu tip kitapları sürekli olarak bulundururlardı.
Hatta bazen derdi ki “Bir kitap her zaman bir çikolatadan kıymetlidir. Bir çikolatayı verirsiniz ama birkaç günde biter, kitap nesillere kalır.”
Bir başka fonu sağlık hizmetleriyle ilgiliydi. Sağlık hizmetleri noktasında çok daha farklı bir manevi duygu taşırdı Musa Efendi.
Yaşlılarla ilgili olarak “Yaşlıları huzur yurtlarında değil yanımızda barındırmamız lazım. Ama imkanlarımız elvermiyorsa onlara hizmet etmeye gayret edelim, onlarla ilgili müesseseler kuralım” der ve bizzat kendisi bu tip müesseselere öncülük ederdi.
Her sene çok zevk aldığı hususlardan birisi de 15-20 gencin evlenmesine öncülük etmekti. Hatta bunun için kendi bahçesini tahsis ederdi. “Allah bize bu bahçeleri veriyor, biz kullanıyoruz, diğer Müslümanlara da kullandırmamız lazım. Allah’ın verdiği bütün imkanlar bizler için diğer mümin kardeşlerimizle paylaşılacak şeylerdir. Şahsımıza ait vazgeçilmez şeyler değildir.” buyururlardı.
Belirlediği fonlar için her sene yılbaşında bütçesini yapardı. Bu sene şu kadar ilaç fonu, şu kadar yetim fonu, şu kadar kitap fonu, şu kadar evlilik fonu, şu kadar hayır hasenat fonu derdi… Tüm bunlar zekattan hariç hususlar. Yani kendi zamanını ve imkanlarını daima programlayan ve o program çerçevesinde götüren, nizamlı, tertipli, disiplinli düzenli bir güzel insandı.
İslamiyetin, tarihimizin, tarihi kahramanlarımızın, mefahirimizin güzel bir üslupla güzel bir tarzda takdim edilmesine husûsi bir itinası vardı. Altınoluk Dergisiyle ilgili talepleri ve arzuları buradan kaynaklanıyordu. İslam’ın farklı boyutlarının tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, sanat boyutlarının bugünkü insanımızın anlayabileceği bir tarzda, onunla bir göz birlikteliği sağlayabileceği bir güzellikte takdimini arzu ediyorlardı.
Neşriyatla yakından bir ilgisi olduğu için böyle bir derginin çıkmasında bizlere tavsiyeleri olmuştur. Bizler de bu vesileyle bu hizmetin içinde bulunmuş olduk.
Vefa Deyince
Vefası noktasında; Her şeyden önce Yaratanına çok büyük aşk ve sevgiyle bağlıydı. Yani vefa oradan başlıyordu. Çünkü Cenabı Hakk önce kendi Zatına vefa göstermemizi istiyor bizim. Ayeti kerimelerde “Bana vefakar olun, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, bana verdiğiniz kulluk sözünü yerine getirin ki ben de size verdiğim rububiyet sözümü yerine getireyim, o rububiyetin gerektirdiği ikramlarda bulunayım” buyruluyor.
Musa Efendinin vefasını anlatırken önce Cenabı Hakk’a karşı ta’ziminden, edebinden, hürmetinden başlamak isterim. Sonra (SAV) Efendimiz’e karşı vefasından… Rasulü Ekrem Efendimizden bahsederken istisnai bir sevgi ve ta’zimle bahsederdi. Ki bizler mukaddes beldelerde de zaman zaman yanında bulunduk. Oralarda Peygamber Efendimizi ziyareti ve Mescid-i Nebevi’deki uzun oturuşlarımız sırasında hep o kaynağa yakın olmanın, o kaynak uğruna bir şeyler yapabilmenin, ahirette onlarla buluşulduğunda Allah Rasulü’nün “Ümmetim” diyebileceği bir kıvamın arayışı içerisinde olurdu.
Kuran-ı Kerim’e karşı çok farklı bir ta’zimi vardı. Kuran-ı Kerim’in zahiren de belden aşağı kalmaması, göbekten aşağı düşmemesi, Kuran-ı Kerim taşıdığımız çantanın daha dikkatli taşınması, gittiğimiz yerlerde Kuran-ı Kerim’in ayak ucu tarafına konmaması, hususlarında dikkat ederler, alıp okudukları zaman ise sayfalarına sanki bir annenin çocuğunu kucaklarken ki gösterdiği o fiziki ta’zimi gösterirlerdi.
Ve Kuran-ı Kerim’in güzel basılmasını, güzel kağıtlarda olmasını, kabının güzel olmasını, az da olsa sürekli, ama ta’zimli, edepli, terbiyeli, hürmetli olarak okunmasını öğütlerlerdi.
Vefa deyince bizde daha çok tarihe karşı vefa, büyüklere karşı vefa, dostlara karşı vefa ön plana çıkar. O noktada da Musa Efendi’nin çok farklı bakışları vardı. Özellikle Musa Efendi’nin tarihimize karşı büyük bir vefası vardı. Mesela yazdığı İslam kahramanlarıyla ilgili kitabın son iki cildi tamamen Türk büyüklerine tahsis edilmiştir. Abdülkerim Satuk Buğra Han‘dan başlayarak, Malazgirt‘ten, günümüze kadar bu topraklara emeği geçmiş, hizmeti geçmiş tüm insanlara karşı büyük bir vefası, saygısı vardı. Onların anlatılması, gençlik tarafından onların bilinmesi ve o ruhun bugün yeniden canlandırılması noktasında titizliği vardı. Ama her hâlde kendisini yetiştiren mürşidi Mahmud Sami Efendiye karşı vefası da eşine az raslanır vasıftaydı. Tabir yerindeyse adeta ona âşıktı diyebiliriz yani bütün bakış açısı, diğer ilişkileri hep o merkezliydi.
Tasavvuf Deyince
Tasavvufun malum çok farklı tarifleri var tasavvuf kitaplarına baktığınız zaman. Musa Efendi de yazdığı eserlerinde tasavvufla ilgili değişik tarifleri ele almışlar. Ama ben onun tarifleri içerisinde birkaç tarifi biraz ön plana çıkarmam gerekirse şöyle diyebilirim.
– Kişinin bütün varlığını Hakk’ın yolunda ifnâ etmesi, tüketmesi ve Cenab ı Hakk’la hayat bulması gibi bir tarif var kendi tarifleri içerisinde. Yani bütün varlığını Hakk yolunda bitirebilmesi, tüketmesi, her şeyinden vaz geçmesi ve sadece Cenab ı Hakk, Azze ve Celle Hz. ile beraber olabilmesi ve onunla hayat bulması, biraz daha sosyal bir tarif ki bugün böyle bir tarife çok ihtiyacımız var diyorum. Böyle bir bakış açısını geliştirmemiz gerekir diye düşünüyorum.
Başka tarifleri:
– Cenab-ı Hakk’ın azametini düşünerek, müşahade ederek, Allah’ın bütün mahlukatını derecelerine ve seviyelerine göre sevmek, onlara hizmet etmek ve onların gönüllerini almak. Bu bizzat kendi yazdığı kitaplardaki orijinal tariflerden birisidir.
Bir başka tarifi ise:
– İhlas, tevazu, sükunet ve acziyet içerisinde sunuhatı ilahiyenin tecellilerini beklemek şeklindeydi. Yani Cenab-ı Hakk Azze ve Celle hazretleri ile farklı bir kalbi ilişki içerisinde olmak, ama bu ilişkinin topluma yansıyan kısmıyla da Allah’ın mahlukatını sevmek, onlara hizmet götürmek. İşte tasavvufu böyle anlıyorlardı.
El-Vedud İsmi Şerifine Mazhar
Gerçekten Rabbimizin farklı kullarında değişik isimler tecelli eder. Musa Efendi ile ilgili elbette ki farklı tesbitler, farklı bakış açıları olabilir ama benim okuduğum şu ki Allah-ü zül Celal’in “Çok seven” anlamına gelen el-Vedud ismi, Musa Efendi’de büyük manada tecelli etmişti. Yani her tarafından Allah’ın tüm mahlukatına sanki bir sevgi akardı. İlahi bir kaynaktan üzerine bir sevgi düşmüştü sanki. Yücelerden kendisine inen bir sevgi ondan etrafa yayılırdı. Nitekim bir yakınına yazdığı mektupta şöyle bir ifadesi vardı ki bana çok tesir etmiştir: “Allah Teala’nın mahlûkâtını, kullarını, özellikle onun dostlarını öyle bir seviyorum ki o sevgide istiğrak halinde oluyorum, bazen sevdiğimin de farkında olmuyorum.”
Bu sevginin hemen yanında gelen bir takım sıfatlar vardır ki. Mesela el-Kerim ismi. Çok kerem sahibi Rabbimiz. Musa Efendi bu Kerem’in engin tecellilerine mazhar olmuş bir Allah dostu idi; hep bir şeyler dağıtan, veren bir insan. Bunun yanında yine er-Rahim ismi. Bunların hepsi birbiriyle çok alakalı. el-Vedud, el-Kerim, er-Rahim. Bunlardan birisi varsa diğeri zaten vardır. Sevgi varsa merhamet zaten vardır. Merhamet varsa kerem vardır. Benim zihnimde Kerim, Vedud, Rahim isimleri Musa Efendi de çok tecelli etmiş gibidir.
Musa Efendi hasbelkader meydana gelen hatalı davranışlar karşısında çok afüvkar, çok setredici, ama aynı zamanda şahsiyetleri ezmeden hatayı da düzelten bir insandı.
Yardıma muhtaçların yanında
Etrafında hem kendisini çok seven, hem de belirli imkanları olan yakınları vardı. Böyle olunca Müslümanın ilgilenmesi gereken her meseleyle hem bizzat kendileri ilgilenir hem de yakınlarını yönlendirirdi. Bu işlerle ister ferdi, ister yurtiçinde, ister yurt dışında olsun muhakkak surette ilgilenirdi. Şöyle diyeyim, Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir afet olduysa faraza, oraya ilk koşan kişi olurlardı. Tabi belki bu biraz huzurunda yetiştikleri mürşidi Sami Efendi’den de intikal eden bir hasletti. Kendileri anlatmışlardı. 1970’lerde meşhur bir Gediz depremi olmuştu. Depremin olduğu gece Sami Efendi Hz. bizi çağırdı. “Aman ne olur hemen bir ekip oluşturun, oraya gidin, o kardeşlere yardım edin, onlara manevi telkinlerde de bulunun diye tembihlemişlerdi. Biz de bir kaç arkadaş sabahleyin Emet’te Gediz’de köyleri dolaşmaya başladık. Oradaki insanlarla ilgilendik.”
Müslümanı ilgilendiren her konuda gecikmeden oraya koşabilen veya birilerini yönlendiren bir insandı. Tabii vermeyi sadece maddi imkanları vermek olarak düşünmemek lazım. Vermek gönlünüzü, bilginizi vermektir, varsa manevi değerlerinizi aktarmaktır. Allah’ın kullarına ulaşmaktır. Hakikaten son zamanlarında hasta yatağındaydı. Aşağı yukarı 80 yaşlarındaydı. Bir ziyaretimizde Allah bana biraz daha sıhhat verse gitsek Anadolu’nun köylerinde, kasabalarında dolaşsak orada Allahımızı sevdirsek, Peygamberimizi, tarihimizi, milletimizi, bayrağımızı, vatanımızı sevdirsek diye bir hasreti, özlemi ifade ederlerdi.
Ya Eserleri
Eserleri daha çok makalelerinden oluşmaktaydı. Altınoluk Dergisi’ne yazdıkları makaleler daha sonra “Altınoluk Sohbetleri” adıyla 5 ciltlik kitaplar oldu. Ayrıca 3 cild halinde “İslam Kahramanları” adıyla eseri yayınlandı. Bu eserler, İslam ve Türk büyüklerimize, Ulubatlı Hasan’dan, Malazgirt’ten ta günümüze akıp gelen, bu milletin tarihinde önemli izler bırakmış insanlara ait kahramanlardı ki bunların özellikle de genç nesil tarafından, çok iyi okunmasını, anlaşılmasını, tanınmasını, sevilmesini arzu eden bir muhtevâsı vardı. Kuran ı Kerim’in, Sünnet i Seniyye’nin istikamet üzere, tevazu üzere güzel bir şekilde yaşanmasını hedefliyorlardı. Bütün eserlerinde,hassaten iki kelime üzerinde çok dururlardı:
İhlas ve istikamet. Ne demek ihlas ve istikamet? İhlas her şeyin Allah için düşünülmesi, yapılması, istikamet ise Allah’ın koyduğu hudutlar içerisinde dosdoğru bir hayatın yaşanmasıdır.
Ardında Güzellikler Bıraktı...
Musa Efendi arkasında güzel izler bıraktı, güzel müesseseler bıraktı. Güzel insanlar bıraktı. “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” Vefatı elbette ki sevenleri açısından büyük bir kayıp. Ancak dünyaya gelen her insan neticede birgün gidiyor. Önemli olan bu hayatı güzel, dolu yaşamak, geriye de güzel izler bırakmak. İşte aradan şu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen bakın seviliyor, anılıyor, izi takip edilmek isteniyor.
Böyle bir başarıyı insan yakalayabilirse ölüm zaten herkes için mukadder, “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” diyor şair. Onun için ölümü kabullenmemiz gerekiyor. Öleceğiz nasıl olsa. Önemli olan ne? Önemli olan ölüme, ahirete hazır gitmek. Allah’ın huzuruna vardığımızda “Ne yaptın ömründe?” dendiğinde. “Ya Rabbi şunları yapabildim” diyebilecek bir şuurda olabilmek. Ben Musa Efendi‘nin böyle bir hassasiyeti, böyle bir ahiret hesaplaşmasını görerek yaşadığını düşünüyorum. Yani ahireti görerek yaşayan bir insandı kendileri.
Çocuklar Hele Çocuklar
Musa Efendi çocuklara özel bir muhabbet gösterirdi. Gerek aile muhitinde, gerekse Anadolu’ya gittiğimizdeçocuklar onun özel ilgi alanına girerdi. Mesela Anadolu’ya bir seyahata gittiğimizde, çocuklar için özel bir hazırlık yapardı. Bir zarfa çocuklar için hiç katlanmamış gıcır gıcır paralar ya da özel hediyeler hazırlattırırdı.
Kendi muhitindeki çocukların da muhakkak surette İslami ve milli terbiyeyle yetiştirilmesi hususunda ciddi tenbihleri ve gayretleri olurdu. Zaman zaman bu çocukların eğitimlerine kendisi öncülük ederdi. Onların infak ve hizmet ehli olmalarını arzulardı. Bendenizin ilgilendiği küçük çocuk grubuna, teşrif etmişlerdi bir kere -bunlar aileçocuklarıydı- benim için çok tatlı bir hatıradır o.
Dedi ki “Sizlere 3 tane görev veriyorum. Haftaya kadar hepiniz kendi harçlığınızdan bir infakta bulunacaksınız.” Bu bir cömertlik talimi, verme alıştırması. “Hepiniz bu hafta annelerinize küçük de olsa birer hediye alacaksınız.” Bir kadın ne kadar zengin de olsa çocuğunun verdiği armağan onun için çok kıymetlidir. Bu benim bizzat şahit olduğum bir hadise. “Üçüncüsü de hepiniz madem evdeki sofraya oturuyorsunuz o sofraya küçük bir şey getireceksiniz, sizin kendi harçlığınızdan.” İşte yarım kg. elma, 1 kg. muz. Yani gideceksiniz, hayatın içinde yaşayacaksınız. Kendiniz manava uğrayacaksınız, kendi paranızla alacaksınız. Getirip ben de bunu bu evin mutfağına koyuyorum diye buna katılacaksınız.
Zaman zaman çocuklar arasında yarışma yapardı. Nasıl bir yarışma? Diyelim umreye gitmişiz çocuklar bir hafta umrede. Kaç yaşında bu çocuklar. 8-12 yaş arasında. O bir haftada derdi ki “Sizlere bir vazife veriyorum. Ayetel Kürsi’yi ezberleyeceksiniz. Fatiha’yı ezberleyeceksiniz. Yarışma yapacağım, kim kazanırsa onları ödüllendireceğim.”
Medine’de, bizim Türkiye’den giden hacılarımız iftar sofraları kurarlar. Bakarsınız 10-12 yaşındaki çocukları teşvik eder, onlar da ayrı bir çocuk sofrası açarlar orada. 8-10 tane çocuğun kurduğu sofrada İslam coğrafyasından çok farklı insanlara Türk’ün misafirperverliğini, hizmetini gösterirlerdi.
Musa Efendi’nin çocukların milli ve İslami hasletlerle bezenmesi noktasında farkedilir bir titizliği vardı. “Onları böyle kendi hallerinde bırakmamak gerekir. Önlerindeki insanlar onlara model olmalıdır” şeklinde tenbihlerde bulunurdu.
Her çocuğa kendi zevklerine, tercihlerine göre onların beğenecekleri şekilde hediyeler almayı çok severdi. 50’li yıllarda İstanbul’da pek arabanın olmadığı günlerde, çocuklar için özel bir zaman ayırır, arabasıyla onları boğazda bir yere götürüp gezdirdiği anlatılır. Gerçekten 7’den 70’e herkes onun ilgi alanındaydı.
İnsanın yetişmesi biraz da küçüklük döneminde aldığı terbiyeyle çok yakından ilişkili olduğu için küçük yaştan itibaren çocukları ciddiye alınmasını, özellikle onların yanında hatalı davranışların yapılmamasını anne ve babalara sık sık tenbih ederdi. Yalan söylenilmemesi, anne babanın muhakkak model olması gerektiği noktasında çok sıkı tenbihte bulunur ve kendisi de bunun nasıl yapılması gerektiğini fiili olarak gösterirdi. Çoğu zaman çocuklar çok farklı bir dünyada yaşarlar. Ailenin büyüklerinden koparlar ama Musa Efendi bir aile büyüğü olarak bunun istisnasıydı.
Çünkü yakınlarında bulunan çocuklardan her birisine ya ondan bir güzellik, ya bir hediye, ya bir dua, ya da bir iltifat akardı ve onlar bu manevi çevrenin etrafında bu şekilde gelişirlerdi.
Musa Efendi, güzel yaşadı, her alanda güzel bir örnek oldu ve arkasında çok güzel izler bırakarak Yüce Mevlâsına kavuştu… Bu noktada ondan son bir mesaj vermek gerekirse şunu söyleyebiliriz:
“Ne mutlu yüz akı ile âhirete göçebilene…”