Altınoluk Dergisi, 2020– Ekim, Sayı: 416
İnsanoğlu yerden ve göklerden sonsuz nimetlerle taltif olunmuştur. Beşeriyet ve özellikle de mü’minler için bu nimetlerin en büyüğü şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın bir elçisine muhatap olmaktır. Yüce Rabbimiz en mükemmel olarak yaratıp, diğer yaratıklarını emrine ve hizmetine verdiği insanlığa, tarih boyunca yine onların içinden seçtiği ilahi elçiler göndermiş, bu elçiler: “Allah’ın (her çeşit) âyetlerini okumuşlar, insanı (her türlü kötü sıfatlarından) arındırıp tertemiz bir hayata öncülük etmişler ve daha önce bilmediği nice güzellikleri, ilmi ve hikmeti öğretmişlerdir.” (Al-i İmran, 164)
Yüce Rabbimiz, özellikle son peygamberin ümmetine böyle bir peygamberin kendilerine gönderilmesini, Hak katından ikram edilen “büyük bir lütuf” olarak beyan ederken, habibi Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizle ümmeti arasındaki ilişkiyi de “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir.” (Ahzab, 6) şeklinde bir ölçü ile tarif etmiştir.
Peygamberle mü’minler arasındaki bu ilişki; sevgi, bağlılık, itaat, korumada öncelik ve daha ziyâde hissî ve kalbî bir yakınlıktır. Efendimiz kendi vechesinden bu hakikati şöyle ifade etmişlerdir: “Hiçbir mü’min yoktur ki, ben ona dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. Kim bir mal bırakırsa mirasçıları kimler ise onlar alsın, eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa onlar bana gelsin ben onun yakınıyım.” (Müslim, Feraiz, 14-15) Yine O: “Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden, ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o gerçek ma’nada inanmış olmaz.” (Müslim, Îman, 69-70) buyurarak kendisi ile mü’minler arasındaki gönül ve amel ilişkisinin gelişeceği derunî zemini ifâde buyurmuşlardır.
“Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah” sözünü, kıyamete kadar bütün nesillere bir emânet ve ufuk olarak bırakan ashab neslinin en önemli gündemi şüphesiz Efendimiz’i; mübârek dudaklarından çıkacak sözlerine can kulağı vererek, uygulamalarını dikkatle izleyerek, iç dünyasını basîretle okumaya çalışarak O’nu yakînen tanımak, sonra da O’nun gibi yaşama gayretinde olmaktı.
Sahâbî hanımları, beylerini evlerinden uğurlarken onların akşama helâl bir lokma yanında bir de Allah Rasûlü’ne uğrayıp İslâm adına yeni gelen bir mesaj ve uygulama ile gelmelerini arzu ederlerdi. Sahâbî erkekleri de aynı hassasiyetle gün boyunca öncelikle Efendimiz’den dinledikleri vahy-i ilâhi mesajlarını, sonra da O’ndan duydukları, gördükleri nebevî mesaj ve uygulamaları evlerine taşıma gayreti içinde olurlardı. Böylece sahâbî evleri her akşam âdetâ Yüce Kur’an’ın ve sünnet-i nebevînin günü gününe talim edildiği mekteplere dönüşürdü. Yine mübarek sahabi hanımları evladlarına sık sık Rasûlullah Efendimiz’le en son ne zaman buluştuklarını sorar, kendilerince bir gecikme ve ihmal görürlerse de, yeni bilgiler almak için şefkatle onları Efendimiz’le buluştururlardı.
Şüphesiz ilk neslin peygamber Efendimiz’in hayatına (sîret-i nebeviye) verdikleri bu büyük ihtimâmı Habîbullahın hayatında gördükleri her güzelliği küçük-büyük diye bir ayırım yapmaksızın öğrenme ve en yakınlarından başlayarak ulaşabildikleri herkese öğretme gayretleri, Rasûlullah’ın aziz şahsiyetine duydukları büyük muhabbet ve O’nunla kurdukları kalbî bağlılıktan kaynaklanıyordu.
Sahabe ve selef-i salihîn olarak zikredilen İslâm büyükleri özellikle kendi evladlarına dâimâ Allah Rasûlü’nün hayatını, önce öğrenmeyi sonra da kendi çocuklarına öğretmeyi tavsiye ederlerdi. Sa’d ibni Ebî Vakkas’ın oğlu Muhammed radıyallahu anh: “Babam Sa’d radıyallahu anh bize dâimâ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem‘in gazvelerini anlatır ve ‘sakın evlâdım bu bilgileri kaybetmeyin’ buyururdu.” demiştir.
İbnü’l-Cevzî der ki: “ Fıkıhla -ve diğer ilimlerle- tek başına meşgul olmak kalbin salahına yetmiyor. İllâ sâlih geçmişlerin güzel hallerini, hepsinin kaynağı olan Efendimiz’in sîretini bilmek ve okumak gerekiyor.”
Bu bakımdan, gözlerimizin ve gönüllerimizin olumsuzluklarla kirletildiği günümüzde Müslümanlara düşen en önemli ve öncelikli vazife, Allah Rasûlü’nün çağlara şifa veren “örnek hayatını” öncelikle aile içinde nesillerimize öğretmek olmalıdır.
*
Aslında daha sonra her biri müstakil bir dal olarak gelişen, fıkıh, tefsir, hadis, tasavvuf ve kelam ilimlerinin ana kaynağı Kur’an ve Efendimiz’in bizâtihî uygulamalarıdır. Bu ilimler kendi adları ile müstakilleşirken Efendimiz’in doğumundan, Rabbine kavuştuğu güne kadar daha özel yaşayışı ise “SİYER” olarak ayrı bir ilim olarak kalmıştır.
Peygamberimizin hayat tarzı, yaşayış usûl ve üslûbu olarak da ifade edilen Siyer ve Sîret, O’nun bütün bir hayatı, ahlâkı, sıfatları, nübüvvetinin delilleri, asr-ı saâdetindeki güzellikler ve ashabının halleri, kısaca İslâm ahkâmının ve âdâbının cesede bürünmesi demektir. O hayatı sözlü, fiîli ve sükûtî olarak ifade edilen yönü ile tanımadan gerçek bir mü’min olarak yaşamak da mümkün değildir. Bu üç alanı önce öğrenmek, sonra da bütün hayatımızı kalbî bir teslimiyet ve hal güzelliği ile O’nun ahvâline benzetebilmek, İslâm’ın kemâline doğru bir yolculuğu başlatacaktır.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Her kim benim sözlerimi işitip, koruyup, anlayıp başkasına da tebliğ ederse Allah onun yüzünü ağartsın.” (Tirmizi, İlim)
Ümmetine öz canlarından daha yakın olan Efendimiz Allah’ın kendisini tavsif ettiği Raûf ve Rahîm sıfatları ile onlardan öncelikle kendisinden çıkan her sözün dikkatle dinlenmesini, güzelce anlaşılmasını, ezberlenmesini, sonra da duymayanlara ulaştırılmasını arzu buyurmuş, bu arzusunu da “Allah onun yüzünü ağartsın” şeklinde bir “Kur’an tabiri” ile ifade etmişlerdir. Nitekim Kıyame sûresinde bütün yönleri ile âhiret ahvâli anlatılırken:
“Nice yüzler o gün parlaktır. (Dünya hayatında âhirete güzel hazırlanma başarısından dolayı) Sevinç içinde ışıl ışıl parıldar. Zira Rabbinin cemâline bakmaktadır.” (Kıyâme, 22-23) buyurulmaktadır. Kıyamette yüz parlaklığı, gayretlerimizle Efendimiz’in bu hadisine mazhar olabilmektir.
İltifâtından uzak düşmesi
eyvah eyvah,
İki dünyâda yeter
gâfile hüsran olarak.
O’nun anlattığı
tevhid-i hakîkî bir gün,
Soracak âlemi
bir seyl-i hurûşan olarak.
……
Bize emânet bırakıp gittiği din,
Duracak haşre kadar
koskoca bünyâd olarak.
Kemal Edip Kürkçüoğlu